Birazdan okuyacağınız bu yazı, film ile ilgili sürprizleri
bozacak bilgiler içermektedir!
Bismillahirrahmanirrahim…
Ünlü Hint yönetmen Satyajit Ray’in şu sözü ile yazıma
başlamak istiyorum:
Batı’nın çok şeyi var, teknoloji, sağlık, refah… Ancak bir şeyi yoktur ve o da, Batı insanının bir zamandan beri şaşırmayı unutmuş olmasıdır. Artık hiçbir ilmi keşif, refah seviyesini yükseltecek yeni bir imkân sizi şaşırtmıyor. Fakat Şark Şiiri kesinlikle sizi şaşırtacaktır.
Bana görebilmenin ne
demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim.
Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsanız sizde gözüyle görebilen
insanlardansınız demektir. Peki, bana görebilmenin ne demek olduğunu
söyleyebilir misiniz? Aslında çok düşünmenize gerek yok. Tabi ki
söyleyemezsiniz! Zira siz doğduğunuzdan beri bu özelliğe sahiptiniz. Bu yüzden
kaybetmediğiniz bir şeyin değerini anlamanız ve onun değerini anlatmanız
oldukça güçtür. Hatta imkânsızdır! Schopenhauer’un da dediği gibi, “Elimizde olan
şeyleri çok seyrek düşünürüz, eksik olanları ise daima”.
Kendisine bahşedilen bu büyük nimetin kıymetini bilmese de
görebilmek insanoğlu için oldukça önemlidir. Hatta görmek bazıları için
inanmaktır! Var olmamızın tek sebebi olan Allah’ı göremediğimiz gibi bizim için
değerli olan hiçbir duyguyu da göremeyiz. O halde sadece görebildiklerimize
inanırsak nasıl anlamlandırabiliriz yaşamımızı? Annesini hiç görmemiş kör bir
çocuğun annesine duyduğu sevgiyi nasıl açıklayabiliriz? Şüphesiz görebilen
sadece gözler değildir ve hiç şüphesiz görmek için gözlerimizi kullanırsak, kayboluruz
bu karanlık dünyada…
Elbette görebilmek büyük bir nimettir. Zaten kim aksini
söyleyebilir ki? Ama göremeseniz dahi sizi her şeyden çok seven bir anneye ya
da hayatını size adamış fedakâr bir eşe sahip olmanız da büyük bir nimet değil
midir? Belki de en önemlisi sahip olduğunuz küçük kızınızdır kim bilir? Bir an
için düşünsenize göremediği için toplumdan dışlanan onca kör insana nazaran siz
ailenizi geçindirebilecek paraya sahipsiniz. Bu da büyük bir nimet değil midir?
Mutlu olmak için gereken onca şeye sahipken bunlar size yetmez mi? Yetmez tabi,
eğer siz tüm bunları görmezden gelerek sadece görebilmeyi isterseniz yetmez!
Elindekilerin kıymetini bilmezseniz yetmez! Yetmez çünkü “Gerçek şu ki, insan pek
zalimdir, pek nankördür”. (İbrahim / 34)
Sana söylemem gereken bir şey var.
Yoksa beni tamamen unuttun mu?
Şüphesiz Majid Majidi çektiği bir avuç film ile sadece
İran Sinemasını değil Dünya Sinemasını da etkilemeyi başarmış bir yönetmendir
ve Şark’ın Şiiri olan İran Sineması’nın en önemli şairlerinden biridir! Bazen
kör bir çocuk ile anlatır derdini, bazen bir ayakkabı ile! Bazen de bambaşka
bir aşk hikâyesi ile çıkar karşımıza, şaşırtır! Ama hep küçücük umutların kocaman
hikâyelerini anlatır bize. Diğer filmlerinin gölgesinde kalan ama en az onlar
kadar etkileyici olan “Beed-e Majnoon” (ülkemizde bilinen adıyla Söğüt Ağacı)
filminde ise 8 yaşında geçirdiği kaza yüzünden gözlerini kaybeden Yusuf’un
hikâyesini izliyoruz bu kez.
Yusuf aradan geçen 38 yıla rağmen hala tekrar görebilmenin
umudunu taşıyan bir adamdır. Çok büyük gibi gözüken engeli onun hayatında yükselmesine
mani ol(a)mamış ve o profesör olabilmeyi başarmıştır. Ayrıca onu seven bir eşi
ve şirin mi şirin bir kızı da vardır. Çoğu insanın sahip olmak istediği bu
tabloda tek bir eksik vardır. Az öncede söylediğim gibi Yusuf 8 yaşından sonra
bu dünyayı, dünya gözüyle bir daha görememiştir. Ama Yaratıcıya ettiği
dualarından da hiç vazgeçmemiştir:
Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet ve karanlıkla yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi de daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun? Bu yolculuktan sevgili ailemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla.
Ve günlerden bir gün Yusuf, içinde büyüttüğü umudu da
yanına alarak ameliyat olmak için Fransa’ya gider. Tedavi olacağı hastane de
gizemli bir adamla tanışır. Murtaza isimli bu adam neredeyse Majid Majidi’nin
her filminde gördüğümüz Mohammad Amir Naji’den başkası değildir.
Burada ayrıca bir parantez açmak istiyorum. Mohammad Amir
Naji tiyatrolarda sahne alırken, Majid Majidi'nin Bacheha-ye Aseman / Cennetin
Çocukları (1997) filminin seçmelerine katılmış ve oldukça kalabalık bir
katılımcı arasından seçilmeyi başarmıştır. Gerçekten de büründüğü her rolde
beni etkilemeyi başarmış yegâne oyunculardan biridir kendisi. Her defasında o
kadar doğal o kadar samimi performanslar sergiler ki onu hayranlıkla seyretmemeniz
mümkün değildir! Her yönetmenin vazgeçemediği bir oyuncu vardır ya hani, işte
Majid Majidi ile Mohammad Amir Naji’yi de ayrı düşünemeyiz. Mohammad Amir Naji’nin
yine Majid Majidi'nin yönettiği Avaze Gonjeshk-ha / Serçelerin Şarkısı (2008)
filmi ile de Asya Pasifik Sinema Ödülleri’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldığını
hatırlattık sonra parantezi kapatıp devam edebiliriz.
Yusuf’un Murtaza ile karşılaşması ve aralarında geçen
konuşmalar film açısından oldukça önemlidir. Hatta filme ismini veren söğüt
ağacının Yusuf için önemini de bu konuşmalar esnasında öğreniriz. Henüz küçük
bir çocukken körler okulunda ona bakması için verilen söğüt fidanından Yusuf,
“Bana hatıralarımla birlikte şans da getirir.” diye bahseder. Sürekli ceviz
yiyen Murtaza’nın ise ceviz ağaçlarına olan düşkünlüğünü görürüz. Şüphesiz bu
iki farklı ağaç, filmde iki farklı adamın metaforu olarak kullanılmıştır. Ceviz
meyve veren bir ağaçtır. Ayrıca Sufi anlatımında ceviz hem hakikati hem de
hakikate giden yolu anlatmak için kullanılan bir simgedir. Ama biliriz ki söğüt
ağacı meyve vermez…
Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin. Sâdî-i Şirazî
Yusuf ve Murtaza her anlamda birbirlerine zıt iki adamdır.
Her şeyden önemlisi hayata bakış açıları farklıdır! Murtaza kendi deyimiyle, savaştan hatıra kalan, küçük ve aptal bir şarapnel
parçası kafasının içinde olduğu için yavaş yavaş körleşen bir adamdır. Ama bu
onu mutsuz etmez. Yusuf ise ameliyat ile görebilecek olan kör bir adamdır ve
ameliyat gününü iple çekmektedir! Ama görmek bir bilinmezliktir Yusuf için ve insan
bilmediği şeyden korkar hep. Yusuf’da bu korkusundan ilk kez Murtaza’ya
bahseder:
- Ameliyatın ne zaman?
- Birkaç gün içinde.
- Heyecanlı mısın?
- Bilmiyorum. Hem heyecanlıyım hem de korkuyorum.
- Görememekten mi korkuyorsun?
- Belki de görmekten. 38 yıldır başka bir dünyada yaşıyorum. Neler olabileceğini bilmiyorum.
Neler olacağını bilmese de Yusuf’un tekrardan görebilmek
için ettiği yakarışlar bitmez. Ameliyattan önce ettiği dua çaresiz bir adamın
Yaratıcıya son yakarışlarıdır. Bu duasında çok önemli bir söz verir Yusuf.
Şüphesiz bu söz diğer verilen sözlere hiç benzemez. Ama insanoğlu bu, Allah’a
verdiği sözlerden dönmekte hiç bir sakınca görmez!
Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam Senin büyüklüğünü yeterince bilmemekti. Şimdi anlıyorum ki Sen beni merhamet kitabından silip atmadın. Beni unutmadın. Sen benimlesin ve beni korursun. Bir de lütufların tamamlansa. Mademki elimden tuttun yalvarırım, yolumu aydınlat. Yalvarırım. Işığa başka herkesten daha fazla hasretim. Eğer bu karanlıktan çıkabilirsem daima seninle birlikte olacağım.
Dört ağaç ve bir evin küçük bir
cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım…
Yusuf hiç tereddüt etmeden “Eğer bu karanlıktan
çıkabilirsem daima seninle birlikte olacağım.” der ve bu onun ağzından
duyduğumuz son duadır! Ameliyat başarılı geçmiştir ve Yusuf İran'dan uzakta
geçirdiği 57. gecesinde, ertesi günü sabırsızlıkla beklemektedir. Çünkü ertesi
gün bandajları açılacaktır. Fakat Yusuf o kadar sabırsızdır ki bir türlü
bekleyemez. “Görebilecek miyim yoksa göremeyecek miyim?” diye sorar kendi
kendine. Sonra yavaş yavaş bandajlarını açmaya koyulur. İşte bu an Yusuf’un
yeniden doğduğu andır!
Yusuf görebildiğini anlayınca önce irkilir. Ardından bir
süre boyunca ellerini inceler. Gördüğü ilk canlı ise pencerenin kenarında
yükünü sırtlanmış zar zor yürüyen bir karıncadır. Ve sonra onu çocuk gibi büyük
bir sevinçle hastane koridorunda koşuştururken görürüz. Bu sahne hem filmin hem
de sinema tarihin en etkileyici sahnelerinden biridir! Parviz Parastui, 38
yıldan sonra tekrar görebilen birini en çarpıcı şekilde canlandırmayı
başarmıştır. Öyle ki bu sahnede nefeslerimizi kesip onu pür dikkat izlemekten
kendimizi alamayız…
Yusuf’un yeni doğmuş bir bebekten farkı yoktur artık.
Çünkü yıllarca kullandığı Braille Alfabesi’nin yerine herkesin kullandığı Fars
alfabesini öğrenmesi, renkleri bilmesi ve her şeyden önemlisi tanıdığı
insanların yüzünü belleğine kazıması gerekir…
Yusuf havaalanına geldiğinde onca insan arasından annesini
tanır. Ama aynı durum eşi için geçerli değildir. Kalabalığı birkaç kez tarasa
da gözü hep aynı kadının üzerinde durur: Peri!
Yusuf’un öğrencisi olan Peri ve eşi olan Rüya arasında
gelgitler yaşaması işte bu andan sonra olur. Aslında Yusuf’u mahveden en önemli
şeyin bu olduğunu söylersek de yanılmış sayılmayız. Ona yıllarca hizmet eden,
onun “gözü” olan sadık eşi Rüya yerine Yusuf’un sırf gözüne güzel gözüktüğü için
Peri’ye hayranlık duyması karısını hatta kızını bile ihmal etmesine sebep olur.
İşte insanın ona verilen nimetlere nasıl şükür etmediğini, sahip olduklarını
hiçe sayarak sahip olmak istediklerine yöneldiğini Majid Majidi bu iki kadın
üzerinden çok başarılı bir şekilde anlatır. Arapçada “görmek” anlamına gelen
Rüya “duyusuz algı”nın bir türüdür. Yani rüya görmek için bir çift göze ihtiyaç
yoktur. Çünkü insan rüyadayken her şeyi görebilir! Bu anlamda Yusuf’un eşi olan
“Rüya” sahip olunan nimeti temsil eder. Peri ise birçok farklı kültürde yer
alan efsanevi ve mitolojik bir yaratıktır. Yusuf’un öğrencisi olan “Peri”de verilenden
daha fazlasına sahip olma isteğini temsil eder.
Yusuf -gözleri görmeden önce- “Bir de meleklerin yalnızca cennette olduklarını
söylerler!” diye iltifatlar yağdırdığı karısıyla gözleri görmeye başladıktan
sonra doğru düzgün konuşmaz bile. Ama elindekinin kıymetini bilmeyen herkes bir
gün onu muhakkak kaybeder…
Yusuf kendi deyimiyle “Bütün güzelliklerden mahrum olup
asla şikâyet etmeyen kişi”dir. Fakat aynı Yusuf karısının çocuğunu alarak evi
terk etmesinin ardından annesine (aslında Allah’a) isyan etmekten de geri
kalmaz:
-Yusuf hayatını ne hale getirmeye çalışıyorsun?
-Ne hayatı? Hiç kimse geçen onca sefil yıllara, tek bir söz etmeden nasıl katlandığımı biliyor mu? Herkes benim için üzüldü. Sen, karım, çevremdeki herkes. Artık kimseye ihtiyacım yok. Hakkım olan hayatı istiyorum. Hayatımın en güzel yılları heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bak. Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç dolusu hiç! Dört ağaç ve bir evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım. Kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Evet, kendi yoluma gitmek istiyorum! Bunu anlayabilir misin? Anlayabilir misin, söyle!
Allah’ım. Yeni bir hayata başlamak
için bir şans daha istiyorum.
Aslında Yusuf geçmişini kara bir leke olarak görüyor ve hiç
yaşanmamış kabul etmek istiyor. Bunun en güzel örneğini karısının onu körler
okuluna götürmek istediği sahnede görüyoruz. Bırakın kör insanlara yardım
etmeyi Yusuf onlarla aynı ortamda bulunmaya bile tahammül edemiyor. Çünkü onları
görmek “onca sefil yıllar”ı hatırlamasına sebep oluyor ve Yusuf daha fazla
dayanamayıp oradan koşarak kaçıyor! Aslında sadece okuldan değil onun kaçışı,
her şeyden önemlisi Yusuf utandığı geçmişinden kaçıyor!
Geçmişinden kaçmaya çalışan Yusuf onunla yüzleşmesine
olanak verecek her şeyden de kurtuluyor. Kitaplarını yakıyor, kasetlerini kırıyor.
Yusuf’un yaptığı tüm bu hatalar elindekileri birer birer kaybetmesine yol
açıyor. Önce üniversiteye gitmek istemediği için işinden daha sonrada eşinden
oluyor. Annesi onun yüzünden hastalanıyor. Kaybetmekten en çok korktuğu şeyi
ise her şeyini kaybettikten sonra kaybediyor!
Görmeye başladıktan sonra önceki yaşamında değer verdiği
hiçbir şeye değer vermeyen Yusuf, yanından hiç ayırmadığı Mesnevi-i Şerif’i de
tekrar görmeye başladıktan sonra hiç okumuyor! Uzun zaman sonra tekrar eline
aldığı kitabın içine sakladığı, Braille Alfabesi ile yazdığı sayfayı hatırlıyor
ve sayfayı bulup okumaya başlıyor:
Allah’ım. Yeni bir hayata başlamak için bir şans daha istiyorum.
Bu çarpıcı sahnenin ardından karıncayı tekrar görürüz.
Yine kendinden kat be kat ağır yükü ile zoraki yürümeye çalışıyordur. Bilindiği
gibi karıncaların görüşleri kötü düzeydedir, hatta bazı türler tamamen kördür ama
çok çalışkandırlar!
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun yazdığı Tasavvuf Terimleri
ve Deyimleri Sözlüğü kitabında karıncadan şöyle bahsedilir:
Karınca, tasavvufta, herkesin kendi gücü oranında yapabileceği kadarını yapmasını temsil eden sembol bir hayvandır. Didinme ve çalışma, karıncanın özgün bir vasfı olduğu gibi, sufîde de aynı nitelik bulunmalıdır. Sufîlik yolunda meskenete (tembellik, miskinlik) yer yoktur.
Yusuf’un gözlerinin açılmasıyla ortaya çıkan bu karınca
hep çalışır. Yusuf ise onun aksine gözlerinin açılmasıyla birlikte tembelleşir!
Sadece gözünü doyurmaya çalışır, dünya nimetlerinin peşine düşer ve elindeki
her şeyi kaybeder! Gözünü açtığı an gördüğü çalışkan karıncayı ikinci kez
göremez bile! Ama bizim filmde gördüğümüz son şey o karınca olur. Daha sonrası ise
karanlık… Kim bilir belki de Majid Majidi bize görebilen bir kör olduğumuzu
hatırlatıyordur…
Son olarak Majid Majidi’nin Rang-e Khoda / Cennetin Rengi
(aslında özgün ismi “Tanrı’nın Rengi” anlamına gelmektedir) filminin Beed-e
Majnoon filmi ile olan benzerliğinden bahsetmek istiyorum. Rang-e Khoda
filminde dokunduğu her şeye Allah’ı bulabilmek adına dokunan, doğuştan görme
engelli Muhammed’i izlemiştik. Yusuf’un aksine Muhammed isyan etmeyen, ona
verilenle yetinen ve “karanlıkta olmasına rağmen daima Allah yolunda olan” birisidir.
Yani aynı durumda olmalarına rağmen çok farklı davranan iki insandır Yusuf ile Muhammed.
Bu kadar laf kalabalığından sonra filmi en iyi şekilde
özetleyen bir ayetle bitirmek istiyorum yazımı:
Andolsun, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. (Hud / 9)
Yazar: Uğur Tatar

0 yorum :
Yorum Gönder