İşte… Filistin tam karşımda… Eğer şu ilerideki İsrail
askerlerinin kontrol noktasından geçebilirsem, Filistin’e girebileceğim. Muhtemelen
aklında bu düşüncelerle cesaretini toplayan Suha, sonunda kontrol noktasına
doğru ilerliyor.
Suha, aslen Filistinli olmasına karşın Fransa’da doğmuş,
Fas’ta büyümüş genç bir kadındır. Herhalde ülkesine karşı hissettiği
sorumluluğun kendisinde oluşturduğu vicdani rahatsızlığını bir nebze olsun
dindirebilmek için topraklarına geri dönüyor. Ve onunla beraber biz de o
bedbaht coğrafyanın kanayan yüreklerini biraz olsun yakından tanımak için
Filistin’e giriyoruz.
Paradise Now, insanı anlatan bir film.
İntihar saldırısı yapmayı planlayan iki gencin iç bunalımlarını
etkileyici bir şekilde perdeye yansıtan bir film.
Bir âdemin kutsal bir dava uğruna bir âlemi patlatmak için
ruhunda nasıl buhranlar yaşadığını anlatan bir film.
Doğal olarak böyle bir filmin mihrakında âdem vardır, âlem
değil. Ama keşke bizi biraz âlemden haberdar etseydi. Bu âdemin âleminden…
Netice itibariyle ikisi birbirini tamamlamıyor mu? ‘Her âdem bir âlem’ değil
midir? Keşke bu âdemin âleminin vahametinden, çilekeş insanlarından
bahsetseydi. Keşke bu âlemde bombalanan evlerle beraber hayatlarında nasıl
yıkıldığından, okula gitmekle çatışmaya gitmenin aynı derecede tehlikeli
olmasından ve hamile olmanın ölüm tehlikesini iki katına çıkardığından
bahsetseydi. Keşke bu âlemde bir çocuğun korktuğu zaman sarıldığı babasının
kendisine emniyet veremediği için çaresizce haykırmasından bahsetseydi. Keşke
biraz bu âlemden bahsetseydi de bu âdemlerin dertlerini daha iyi
anlayabilseydik. Keşke bahsetseydi, bahsedebilseydi…
Filmimizin insanlarına dönelim. Said ile Halid, oto
tamiriyle vakit geçiren iki arkadaştır. Vakit geçiren diyorum, hayatlarını
geçiren değil. Çünkü artık Nablus’tayız. Nablus, Filistin… Burada hayat yok!
Sadece ölümü beklemek, beklerken de vakit geçirmek var. Bu ölüm İsrail
tarafından doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı gelir orası meçhul ama şurası
kesin ki, İsrail tarafından gelir. Ama yine de insanlar ‘yaşamları pahasına
yaşamak’ isterler.
Bakın film buna bir nükte ile ne güzel değiniyor:
İş çıkışı Halid bir yerde yemek yerken kulağımıza ilginç
bir sohbet ilişir. Filistinli bir vatandaş, gıpta ederek İsveç’teki hayatı
anlatır. Fakat paradoksal bir şekilde bu yüksek hayat şartlarına mukabil
intihar oranlarının da yüksek oluşundan bahseder. Şu yaman çelişkiye bakın ki,
İsveç’te hayat var ama insanlar ölmek istiyor; Filistin’de ölüm var ama
insanlar hayat istiyor! Aklı aciz bırakacak bir şekilde, hayat isteyen bu
insanlar da intihar saldırıları yapıyor. Buyurun size bir çelişki daha. Yani
her iki yaşam koşulunda da intihar var.
Pekâlâ, ‘hür’ bir şekilde ‘yaşamak’ isteyen bu insanlar
neden ve nasıl böyle saldırılar yapıyor?
Maalesef, film ‘neden’den ziyade ‘nasıl’ sorusuna cevap
aramış. Belki sebep, bu soruya cevap vermek ya da vermeye çalışmak filmi bir
taraf yapar korkusudur. Nitekim Hany Abu-Assad, takdire şayan bir şekilde insanları
olduğu gibi anlatmaya çalışmış ve yorumları, cevapları yani taraf olmayı bize
bırakmayı başarmış.
Ayrıca bazı sorulara tatmin edici cevaplar bulmak da hiç
kolay değildir. Söylemek istediğimi filmden bir örnekle izah edeyim:
Said virane yüreğinde, arabasını tamir ederken tanıdığı
Suha’ya da yer vermiştir. Kaderin cilvesine bakın ki, topraklarına, insanlarına
yapılanlara karşı histe aynı fikirde ayrı duran bu iki gencin aşkının ilk
şarkıları ile intikam çığlıkları aynı gece buluşurlar. Yani aşk ve intikam aynı
geceye sıkışır.
Bu esnada Said, Suha’ya eskiden İsrailliler tarafından
kendilerine karşı yapılan bir haksızlığı protesto etmek için bölgedeki bir
sinemayı yakmalarından bahseder. Ve işte sonsuzu iki soruya hapseden replik:
Suha: Neden sinema?
Said: Neden biz?
Bu sorulara elbette ki tarihsel, sosyolojik, psikolojik
analizlerle cevap verebilirsiniz ama söz konusu insansa verilecek hiçbir cevap
tatmin edici olmayacaktır.
Suha, Nablus’ta önemli bir kişi olan Ebu Assam’ım kız
kardeşidir. Ağabeyinin dava uğruna hayatını kaybetmesi, ülke dışında doğmuş-büyümüş
olması duruma biraz farklı bakmasına sebep oluyor. Örneğin, değerli bir zat
olan ağabeyini kaybedişini, “Yaşıyor olmasını, gurur duymaya tercih ederdim.”
şeklinde değerlendiriyor. Ötelerde bir dünya inancı olmadığı için de intihar
saldırılarını kesin bir dille eleştirerek, mücadeleyi başka bir platforma
taşımak istiyor. Çünkü “Cennete inanmayı, cehennemde yaşamaya tercih ederim.”
ifadesinden de anlayacağımız gibi yaşanacak tek yerin bu dünya olduğu
düşünüyor.
Suha’ya filmde hayat veren Belçikalı Lubna Azabal, meseleye
o toprakların insanı olmasına karşın bir yabancı gibi bakmayı, kendisine
ayrılan az bir süre içinde başarılı bir şekilde ortaya koymuş.
Şimdi asıl meselemize gelelim; intihar saldırısı. Yönetmen
intikam planının başlangıcından neredeyse sonuna kadar intihar saldırısını
ironik bir dille anlatmış. Bu üslupta -özellikle kardeşimle yaptığımız
konuşmaların da etkisiyle- beni içimde ikiye böldü.
Evet, meselenin ironik anlatımı karakterlerin halet-i
ruhiyelerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş. Örneğin; Halid’in son mesajının
kaydı yapılırken ki coşkusu, heyecanı, kendisine güveni; kameranın arızalandığı
ve kaydın tekrar yapılacağının söylenmesi ile yerini öfkeye, şaşkınlığa,
anlamsızlığa bırakıyor. Diğer taraftan kamera arkasının umursamaz ahvali
(kameramanın sanki düğün kaydı yapıyormuşçasına rahat çalışması, arkadaşlarının
film izliyormuş gibi bir şeyler atıştırıp kaydı seyretmesi vs.) bizi olayın
trajedyasından çıkarıp absürde sürükleyerek, Halid’le beraber “ne yapıyoruz
biz?” diye sorgulatıyor.
Bunun yanında Halid’in Cemal’e ailesinin akıbetini
sorması, kayıt tekrar yapılırken ailesine gönderdiği ilginç mesaj, resimlerinin
asılacak olmasından duyduğu memnuniyet, bize bir an ‘bu adam bu işi ne için
yapıyor?’ dedirtiyor. İnandığı davası uğruna mı? Ailesini müreffeh bir yaşama
kavuşturabilmek için mi? Yoksa kahraman olmak adına mı?
Ancak bazen bu üslup, zaten oradaki korkunç tabloya yeteri
kadar yer verilmediği için sadece kafalarda oluşturulmuş sanal bir Filistin ile
filme devam eden seyirciyi olayın vahim derecedeki ciddiyetinden
uzaklaştırabiliyor. Abu-Assad, saldırıyı yapacakların hislerine ve fikirlerine
o kadar kilitlenmiş ki, onları bu duruma iten sebep ortamına kifayet edecek bir
teması –herhalde- film için kayda değer bulmamış. (Umuyorum ki bu, filmi
Avrupa’ya şirin göstermek için yapılmamıştır.)
Her ne kadar Abu-Assad intihar saldırılarının ‘neden’ine değil de
‘nasıl’ına yoğunlaşsa da maalesef bu anlamda filmi yeterli bulmuyorum.
Öte yandan filmimizin diğer kahramanı Said, babası İsrail
işbirlikçisi olduğu için idam edilmiş bir gençtir. Bu kambur hayata bakışını çok
önemli bir şekilde etkilemektedir. Vatanının ve babasının durumu, ruhunu hayata
karşı o kadar donuklaştırmış ki, intikam için yapılacak intihar saldırısında
kendisine de görev verildiği söylendiğinde, ne bu görevin kendisine verilmiş
olmasından duyduğu memnuniyetle onurlu bir duruş sergilediğini ne de feci bir
sonun kendisine yaklaşmasından korkan ürkek bir vaziyet görüyoruz kendisinde.
Said’e bakarken bir an aklıma Sartre’ın ‘Yabancı’
romanındaki kahramanı Meursault geldi. Hatırlarsanız işlediği bir cinayet
sebebiyle idama mahkûm olan bu adam, kendisine söylenen kararı umursamaz bir
şekilde karşılamıştı. Fakat aslında içinde ne çalkantılar yaşamaktaydı, ne
sorgulamalar yapmaktaydı.
Said’de öyle… İçinde kim bilir ne fırtınalar kopan bu adam,
dışarıdan tam bir gizem. Meseleyi derinden irdelememiz için bizi Said’i
anlamalıyız. Sanırım Abu-Assad, duruma hâkim olmayan Suha ile ne uğruna kendini
feda ettiğinin farkında olmayan Halid arasından bize gerçek mesajını Said ile
vermeye hazırlanıyor. Bu karakterler, Said’in esrarlı duruşuyla filmde silik
kalmasını engelliyorlar. Yani nasıl biri olduklarını, ne düşündüklerini daha
açık bir şekilde gördüğümüz Suha ile Halid’e karşılık Said bizi kendisine karşı
daha da meraklandırıyor.
Oynadığı karakterin zihnini ciminde yansıtan ve Said
rolünde çok başarılı bir oyunculuk ortaya koyan Kais Nashif’i tebrik ediyorum.
Ve son yemek... Yemeği yiyenlerin içinden iki kişi yemekteki
duruşları ile “az sonra kendimizi günahlarınız için feda edeceğiz!” diye haykırır.
Kim bilir, belki Yahuda da aralarındadır.
Eğer bir davaya iman ettiyseniz, neyle karşılaşırsanız
karşılaşın davanıza sonuna kadar devam edersiniz. Tabii ki bir davaya iman
etmek kolay değildir. Önce davanızı hakkıyla sorgularsınız. Sorgularken
özümsersiniz. Özümserken yaşarsınız. Ve yaşarken kendinizi onun, onu da
kendinizin bir parçası yaparsınız. Hâsılı akıl ile başlar, kalbiniz ile devam
eder ve bir bütün olarak zuhur edersiniz.
Eğer önce kalbinizle başlayıp, duygusal davranarak bu dava
da yer alırsanız, karşılaşacağınız ilk olumsuz durum size en başta yapmanız
gereken sorgulamayı yaptırır ve davanızın duvarları içinizde çatır çatır
çatırdar. Belki de yıkılır. Aynı Halid’in başına gelen durum gibi. Filmin
başından beri kendisinden çok emin duran Halid, saldırı öncesi karşılaştıkları
bir olumsuzluk ile ‘kendine döner’ ve yaptıklarının doğruluğunu sorgulamaya
başlar.
Diğer taraftan, filmin başından beri dışarıya net bir
duruş vermeyen Said gibi sürekli içinizde bunları yaşayıp artık ne için
yaşamanız ya da ne için yaşamamanız gerektiğine karar verirseniz, davanız için
sonuna kadar mücadele edersiniz. Artık karşınıza küçük bir kız gibi sizi
kararsızlığa sevk edecek bir sebep çıksa bile, kafanız biran karışıp, boşluğa
sürüklenseniz bile siz yine de ne yapacağınızı bilirsiniz. Ne yapacağınızı
bildiğiniz gibi yerini ve zamanını da bilirsiniz.
Evet Said, sen gerekçelerini bir bir sayıp sonunda
“...bana bir kurban ve aynı zamanda katil olmaktan başka seçenek kalmıyor.”
diyerek, bildiğini ve inandığını yapar mısın bilemiyorum ama biz senin ve senin
gibilerin yapıp-yapmaya çalıştıklarını ‘sizin yerinizde olsaydık biz ne
yapardık?’ sorusunu hızlıca geçiştirerek, doğru mu yanlış mı diye eleştirmeye
devam edeceğiz.
Konuk Yazar: Ümit Tatar

0 yorum :
Yorum Gönder