Göç, insana ne hissettirir? Ayrılık, acı, korku,
bilinmezlik, özlem, yabancılaşma... Ama göçün salt bu ve bunun gibi duyguların
içine hapsolunarak anlatılamayacağını, insanın mizahi yanına dokunarak da bu
duyguların hissettirilebileceğini “Almanya - Willkommen in Deutschland” filmiyle
beraber daha iyi anlayan Tatar Kardeşler, şimdi de bu film ile ilgili
düşüncelerini anlatmaya çalışıyorlar…
Almanya’ya hoş geldiniz!
Ümit: Biliyorsun Uğur, bu yıl Almanya’ya göçün 50’inci yılı.
Uğur: 50 yıl oldu değil mi? Her şey II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın, ekonomisini kalkındırmak adına
ilk olarak İtalya ve İspanya gibi ülkelere daha sonra da Türkiye'ye işgücü için
kapılarını açmasıyla başlamıştı.
Ümit: Böylelikle daha çok para kazanma
ve daha müreffeh bir yaşam umuduyla çok sayıda Türk işçisinin de Almanya
macerası başlamış oldu.
Uğur: Sanırım bu sebepten ötürü, geçtiğimiz haftalarda ülkemizde de
vizyon şansı yakalayan “Almanya -
Willkommen in Deutschland” filmi büyük bir
önem taşıyor! Çünkü Berlin Film Festivali'nde yarışma filmlerinden biri olma
şansını kaçırarak yarışma dışı gösterilen ve 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin
“Uluslararası Yarışma”sında “En İyi Film” ödülü alan film, işte bu göç maceralarından
birine odaklanıyor.
Ümit: Ve bu maceranın başkahramanı, göç
dalgasına katılan milyonlarca kişiden sadece biri olan Hüseyin Yılmaz’ın, 10
Eylül 1964 tarihinde -bir Türk centilmenliği sebebiyle- 1.000.001’inci
Gastarbeiter (konuk işçi) olarak Almanya’ya gelmesiyle başlayan film, derdini masalsı
bir dille anlatmaya çalışıyor diyebiliriz.
Uğur: Hem masalsı bir kültür komedisi
hem de naif ve dramatik bir yol filmi!
Ümit: Evet, sanırım filmimizi en güzel
özetleyen cümle bu! İstersen filmi şöyle bir hatırlayalım (ve hatırlatalım). Köyünde
saf ve masumca sevdiği kızla evlendikten sonra geçim sıkıntısı çeken Hüseyin
Almanya’ya gurbete gider. Burada elde ettiği refah yaşamın etkisi ve ülkesinde
yaşanan bazı olumsuzlukların sebebiyle ailesini Almanya’ya götürür. Aradan
yıllar geçer… Bu kez tam aksi bir durum hâsıl olur ve Hüseyin, Almanya’da
parçalanmaya yüz tutmuş ailesini memleketlerine geri götürerek bazı önemli
değerleri hissettirmeye çalışır.
Uğur: Bu tip bir konuyu işleyen filmin
–üstelik filmin göçün 50. yılında denk getirilmesini de işin içine katacak
olursak- başkarakterin Almanya’ya geliş sebebinden Almanya’ya
ilk gelişine ve buradan da Türkiye’ye kadar geçen bütün sürede, genellikle
içimizi burkacak kadar dramatik bir film beklemek gibi bir hissiyata kapılmamız
gayet olası. Fakat bunun aksine Şamdereli Kardeşler “Kırk Metre Kare Almanya”
ve “Almanya Acı Vatan” kadar karamsar bir tabloyla karşımıza çıkmak yerine kendilerine
daha mizahi bir anlatım tarzı seçmişler.
Ümit: Burada hemen belirtelim, mizahi derken “Sarı Mercedes” ve “Gurbetçi Şaban” filmlerindeki
gibi komedinin baskın bir şekilde ön plana çıkartılarak anlatıldığı bir göç
olgusundan bahsetmiyoruz. Bunun yerine göç, tüm bu saydığımız filmlerinde
arasında ve kıvamında bir tatla perdeye aktarılmış.
Uğur: İşte bu yüzden; oldukça ciddi bir
konuyu, hassas bir denge yakalayarak ne Almanları ne de Türkleri
ötekileştirmeden anlatabildikleri için Şamdereli Kardeşleri gerçekten tebrik
etmek gerekiyor. Açıkçası bu formülün dozajını tutturmak oldukça zor ve ilk
sinema deneyimlerinde bunun altından layıkıyla kalkmışlar!
Ümit: Gerçektende önemli bir noktaya değindin.
Ötekileştirme..! Aslında film buna sebep olabilecek noktaları hafifçe temas
edip, incitmemeye çalışarak ele almış. Şamdereli kardeşlerin ellerindeki en güzel
argüman: mizah.
Uğur: İstersen bu durumu biraz
örneklendirelim sevgili ağabey.
Ümit: Filmin girişinde öğretmenle Cenk’in
arasında geçen diyalogda, Cenk’in memleketini haritada bulamayan öğretmenin “Ama
bu bir Avrupa haritası!” repliği ve trendeki yaşlı Almanların Türkler hakkında
sarf ettiği sözler gibi Almanların gözünden Türkleri; buna karşılık Hüseyin’in
karısının Alman vatandaşı olma rüyası ve Hüseyin’in ise tam tersi bunu bir
kâbus olarak görmesi de Türklerin gözünden Almanları ve tüm bu kaosun tam
ortasında küçük Cenk’in masumca sorduğu “Ben Türk müyüm? Yoksa Alman mıyım?”
sorusu bu duruma örnek verilebilecek birkaç sahne.
Uğur: Küçük Cenk’in iki kültür arasında önemli
bir yere sahip olduğu doğru. Fakat iki kültürün de yeterince tanıtıldığını söylemek sanırım yanlış olur.
Ümit: Aslında bana sorarsan iki
kültürün de yeterince tanıtılmamasından değil de, trajik olarak Türk kültürünün
doyasıya tanıtılmamasından dem vururum. Peki, senin düşüncen tam olarak nedir?
Uğur: Bilindiği üzere, yönetmenin
ailesi Almanya’ya göç eden ilk ailelerden biri. Bu sebeple Almanya’da doğup
büyüyen Yasemin Şamdereli ve kardeşi Nesrin, Türk kültüründen uzak büyüdüğü
için filmin Almanya’da geçen sahnelerinde oldukça başarılı bir iş çıkartırlarken,
Türkiye’deki sahneler son derece yetersiz ve sönük kalmış. Sanırım bunun
bilincinde olan Şamdereli Kardeşler senaryoyu yazarken Türkiye’yi sadece küçük
Cenk’e anlatılan bir masal diyarından öteye götür(e)memişler. Zaten Yılmaz
ailesinin memleketinin neresi olduğu da bize söylenmiyor. Fakat bu eksikler, yer yer eğlenceli yer yer ise boğazımıza bir yumru gibi takılan
başarılı senaryo sayesinde fazla göze batmıyor doğrusu. Tabi burada ilk uzun
metrajını kotaran Yasemin Şamdereli’nin umut vaat eden yönetmenliğini de es
geçmemek lazım!
Ümit: Biraz önce belirttiğim gibi filmin
Türkiye bölümlerindeki yetersizlik beni de çok rahatsız etti. Bu yüzden ben de
birkaç meseleye temas etmek istiyorum.
Uğur: Aman ağabey, lütfen! Konuşmaya
sinirli başladın, sansüre takılmayalım.
Ümit: Yok ya hu… Böyle tatlı bir filme
ne kadar sinirlenebilirim ki? Bahsettiğin gibi Türkiye, Cenk’e anlatılan bir
hikâyenin, onun kafasında oluşturduğu masalsı atmosferi ile filmin yapısına dâhil
oluyor. Fakat bazen öyle sahneler ile karşılaşıyoruz ki, ilk olarak "acaba
bunlar Cenk’in kafasında kurduğu şeyler mi?" diye düşünüyoruz.
Uğur: Evet, az önce ben de bunu
belirtmeye çalıştım. Filmin Türkiye kısmı sanki Cenk’e anlatılan bir masal
diyarı ve maalesef bunun ötesine geçirememişler. Bu durumda Türkiye algısının -mizahi de olsa- yetersiz kalmasına sebep oluyor.
Ümit: Mesela köylü kızların makyaj
yapması, kıyafetlerinin sırıtacak kadar güzel olması, konuştukları Türkçenin
çok düzgün olması, Türk sinemasının da 60’lara kadar sürdürdüğü hatalardandır
ki film de fazlasıyla kullanılmış. Filmin bunu yapması ilk önce Cenk’in
gözünden bu masal dünyanın bir hali gibi düşünülüyor. Fakat sonraları belirgin
bir şekilde bunun ne masalsı ne de mizah anlatım tarzı için kullanılmadığı,
aslında yönetmenin yetersiz çalışmalarının ve anlatımdaki çaresizliğinin sonucu
olduğu anlaşılıyor.
Uğur: Maalesef köylülerin düzgün Türkçe
kullanması dublaj felaketinden kaynaklanıyor!
Ümit: Ama kardeşim o zaman dublajını
döneme uygun yap. Kaldı ki oyuncular da Türk. Sanki Alman oyunculara dublaj
yapıyoruz. Gerçi üzgünüm ama oyuncular
bir Türk karakteri yansıtabilecek kadar Türk değiller. Bunlarda filmin perde arkası dramları. Zaten bunlarla da
bitmiyor ki; altmışlı yıllarda köydeki çocukların kumda X-O-X oynaması,
babalarını gören çocukların el öpmemesi, Almanya’ya giden birinden klasik
olarak çikolata değil de Coca-Cola beklenmesi, -plakadan anladığımız kadarıyla-
gidilen yerin Mardin olmasına karşın, Mardin evlerinin köşesinin bile perdeye
yansımaması vb. Aslında benim derdim –nerede doğduğu ya da yetiştiğine
bakmaksızın- yönetmenin bu toprakların insanı olması ve bu sebepten ötürü ben de
oluşan beklentiyi boşa çıkararak hayal kırıklığına uğratmasıdır.
Uğur: Valla her ne kadar filmi çok
beğensem de saydıklarına katılmamamda mümkün değil! Özelikle Coca-Cola’nın
reklamını gözümüze soka soka yapan filmi bu konuda affetmek de mümkün değil!
Fakat küçük Muhammed’in Hz İsa’dan korkması ve Coca-Cola’ya olan aşkı, filmde
pek eğlenceli sahnelere ortam hazırlıyor. Tabi Hz. İsa’nın eğlenceli sahnelerinin
arkasına gizlenen “Müslümanların Hristiyanlara ve Hristiyanlığa bakış açısı”na hafiften
parmak basılmış olunduğunu da belirtmek gerek ki bu ancak bir batılının
gözünden bakıldığında mümkündür.
Ümit: Şimdi bana bir meseleyi daha
hatırlattın: yabancılaşma… Kişinin diline, kültürüne, insanına ve nihayetinde
kendine yabancılaşması… Almanya’ya göçü istemeyen aile, bir süre sonra Alman
Kültürünü benimsemeye başlar. Ailenin ilk Noellerini kutlamaya çalışması, küçük
kızın babasından –Alman erkeklerine benzemesi için- bıyığını kesmesini
istemesi, çocukların artık kendi aralarında da Almanca konuşmaları kültür
yozlaşmasının ilk işaretleri olur.
Uğur: Hatırlarsan bu durumu fark eden
Hüseyin, özünden kopmasını istemediği ailesini memleketine tatil amaçlı
götürür.
Ümit: Evet ama bu da başka bir sorunu
ortaya çıkarır. Bu seferde aile kendini asıl memleketine yabancı hisseder ve -maalesef-
kendi özünden isteyerek uzaklaşır. Filmde
şahit olduğumuz, yaşlı neslin
Türkiye’den Almanya’ya giderken isteksiz olmaları fakat gittikten sonra tam
aksine artık Almanya’dan Türkiye’ye dönme konusunda ki isteksizlikleri,
Almanya’da doğmuş-büyümüş genç neslin ise Türkiye konusunda neredeyse hissiz
denecek bir bakış sergiledikleri sahneler dil, kültür, vatan, ülke gibi
kavramları insanlara yeniden düşündürüyor.
Uğur: Tüm bu birinci, ikinci ve üçüncü
kuşaklardan bahsetmişken, unutmadan oyunculardan da şöyle bir bahsedelim
istersen. Filmin Türkiye’de geçen sahnelerindeki oyuncular, her ne kadar Türk
olsalar da Türk’e benzemiyor oluşları bizi filme karşı biraz yabancılaştırıyor
maalesef. Buna rağmen oyuncuların güzel bir grup çalışması içinde keyifle
seyredilen performans sergilemiş olmaları bunun (en azından benim açımdan) üstünü
kolayca örtüyor.
Ümit: Kusura bakma ama ben bu tür
meselelerde biraz takıntılıyım. Dönemin canlandırıldığı her sahnede “Bunlar ne
biçim Türk?” demekten kendimi alamadım.
Uğur: Filmde tam anlamıyla sivrilen bir
karakter olmayışına ve her karakterin kısıtlı sürerlerde anlatılmaya
çalışmasına rağmen hem oyuncu seçimi hem de oyuncuların samimi performansları
bence tatmin edici. Elbette tüm oyunculardan tek tek bahsedecek değilim fakat Vedat
Erincin’in yaşlı Hüseyin rolündeki üstün performansının altını çizmeden
edemeyeceğim; tek kelime ile muhteşemdi!
Ümit: Gerçekten de filmin lokomotifi
Erincin’di. Beni filmde Türkiye’ye, Türk insanına en çok yaklaştıran oyuncu
olan Erincin, rolünün hakkını vermiş. Keşke oyuncu seçiminde hassas davranarak,
ona eşlik edebilecek bir kadro oluşturulsaydı. Bir de küçük Cenk vardı.
Kendisinin Türk olmayışı, oynadığı karakterin ise Türk olması, herhalde onu
etkilemiş olmalı ki ‘Türk müyüm? Alman mıyım?’ sorgulamasını çok masum ve
sevimli yapıyordu.
Uğur: Sözün özü, “Almanya - Willkommen
in Deutschland” hem keyifli bir seyirlik olması bakımından hem de temas ettiği
önemli nokta yüzünden görülmeyi fazlasıyla hak ediyor… Sevgili ağabey, senin son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
Ümit: Biliyorsun Uğur, ben öğretmenim ve
zamanımın büyük bir kısmı öğrencilerimle geçiyor. Benim için bu mesleğin tek
çekilir yanı da onlarla konuşmak, onları anlamaya çalışmak. Bu filmde bu kadar
çenemin açılmasının ve filmi değerlendirirken de sınırları zorlamamın hatta
dışına çıkmamın sebebi, göçün ve göç etmediği halde iletişim araçları sayesinde
göç etmiş gibi olan insanların bu topraklara bakışlarındaki kırılmalarına şahit
olmamdır. İş, eğitim gibi amaçlarla madden ya da iletişim araçlarıyla manen
yapılan göç nasıl bir mercektir ki, onu takan memleketini artık olduğu gibi
değil de olmadığı gibi görüyor! İşte benim dertlerimden biri olan bu meseleyi
anlatmak için harika bir tat yakalamış Şamdereli kardeşleri kutlamamak mümkün
değil. Fakat bunu çok daha sağlam bir yapıyla sunmalarını arzu ederdim. Tabi
haksızlık etmek istemiyorum. Senin de biraz önce belirttiğin gibi onların da
ellerinde olmayan bazı sebepler mutlaka vardır. Her şeyden önce ilk uzun metraj,
her zaman beklentilerin yüksek tutulduğu bir çalışmadır. Onların üzerinde
bulunan bu baskıyı da hesaba katarsak gayet iyi bir iş çıkardıkları
söylenebilir. Ben yine de özellikle bundan sonra Türkiye’ye dair yapacakları
filmlerde -netice itibariyle kendileri bu toprakların insanları- çalışmalarını
daha hassas yapmalarını dilerim. Bu arada sinema dünyasındaki kardeşlerin
sayısını da arttırdıkları için kendilerine teşekkür ederim.

0 yorum :
Yorum Gönder